Keşke Daha Önce Bilseydim

Damla Tantekin
4 min readMay 23, 2020
Yazar Balzac’ın Yaşadığı Ev

Balzac’ın kısacık, elli sayfalık bir romanı vardır: Gizli Başyapıt adında. Romanın kahramanı olan ressam yaklaşık on yıl boyunca bir kadın portresi üzerinde çalışır, resminde mutlak mükemmeliyeti, kusursuzluğu arar. Eserini durmadan düzeltir, sürekli eklemeler yapar ve nihayet mükemmel olduğuna ikna olduğunda da on yılın ardından onu görücüye çıkarmaya karar verir. Ancak gösterdiği kişiler karşılarında bir şaheser beklerken sadece bir boya yığını görürler.

Bu kısacık ama derin roman bize tanıdığımız bir hikayeyi anlatır: Kendi hikayemizi.

Karl Marx’ın Enfes ironilerle dolu küçük bir başyapıt olarak nitelendirdiği bu öykü aslında hem seni hem beni hem de hayatı boyunca sayısız romanını düzeltmekten bitirememiş Balzac’ın kendi kendini de anlatır.

*

“Tıpkı cehalet gibi fazla bilginin sonu da inkara varıyor” cümlesi geçer romanın bir yerinde.

Sahiden de, daha çok bildikçe daha çok kuşku duyarız ya hani… Yaptığımız işi, meydana getirdiğimiz bir eseri ve hatta hayatımızın en değerli eserini yani kendi yaşam öykümüzü mükemmel kılmaya çalıştıkça, nerede duracağımızı bilemedikçe derin bir karanlığa sürükleriz kendimizi.

İşte “Keşke daha önce bilseydim” dediğim listede, ben işe ilk buradan başlardım.

Kendi hayat hikayemi mükemmel kılmaya çalışmazdım. Güneşin çıkmasına sevineceğim kadar, ara sıra rüzgar yemeye de razı olurdum. Virgüller kadar, noktaları da severdim. Durmayı öğretirdim kendime.

*

Henüz bir aile kurmamışken ve hayatım risk almaya daha çok izin verirken fırsatları kaçırmaz, bilinmeyeni, yapılamaz görüneni dener; başka dünyalara açılan pencerelere mutlaka göz atar, birçok sorumluluğun içine kuşku duymadan atardım kendimi.

25 yaşından önce hafızanın hayatındaki en büyük zenginlik olduğunu keşfetmiş olmayı isterdim. Hafızamın en kuvvetli olduğu yaşlarda da daha fazla, hem de çok daha fazla dil öğrenirdim: Değişmeyi, konforumdan vazgeçmeyi öğrenmeyi, dünyayı daha çok keşfetmemi sağlayacağı için.

*

Bir kitabı bitirip, soluk soluğa bir diğerine başlamak yerine; 15 yaşımdan itibaren okuduğum bütün kitapların hepsinden küçük notlar biriktirirdim. Hem okuduğum yaşta o kitaplardan ne anladığımı, ne sonuç çıkardığımı sonraki yaşlarda ölçmek için, hem de kendi kendine düşünme zamanı vermeden yapılan okumaların hiçbir işe yaramadığını bugün bildiğim için.

“İnsan doğasını sanatla yoğrulmadığı sürece sevmem” diyen Virginia Woolf gibi kendi doğamı da daha erken yaşlarda sanatla yoğururdum. Daha çok sergiye gider, hayatında bir ışık yakalamış daha çok sanatçının, düşünürün, yazarın yaşam öyküsünü merak ederdim.

*

Bir de, Walden Gölü’nün kıyısında bir ormanda, kendi inşa ettiği kulübesinde iki yıl iki ay yaşayan ve yalnızca el emeği ile hayatını kazanan Amerikalı düşünür Henry David Thoreau’ya kulak verirdim:

Ama insanoğlu yanlış yoldadır. En değerli varlığı çok geçmeden toprağa gömülüp çürümeye bırakılır. İnsan sahte yazgısına aldanır, gereksinim diye bir kılıf uydurarak, eski bir kitapta söylendiği gibi, güvelerin ve pasın çürüteceği ve hırsızların girip talan edeceği servetler biriktirmeye çalışır.

Sadece bağ kurabildiğim eşyalarıma, kıyafetlerime bağlanırdım. Başkalarının gözüne hoş görünür diye düşündüklerime değil.

Azı çok yapmayı öğrenirdim. Sadeleşirdim. İnsanları güzelliği ayrıntılarda ve kusurlarda bulmaya, karakterin parlak bir görünüşten daha değerli olduğunu anlamaya, ince zevkle yaşamaya davet eden Japonların wabi-sabi ilkesini daha erken hayatıma sokmaya çalışırdım.

*

Resimleriyle bir sergide tanıştığım, soyut sanatın önemli temsilcilerinden 20. yüzyıl ressamı Hans Hartung’un “Derin hissettiğimiz her şeyi ifade de etmeliyiz” sözünün daha çok hakkını vermeye uğraşırdım. Yargılanma, eleştirilme endişesi olmadan yazar, yaratır, konuşur, üretir, çünkü ancak kendimi ifade ettikçe derinleşebileceğime inanırdım.

*

“Hayatta her zaman yardıma, tavsiyeye, müttefiklere ihtiyacın olacak. İnsanlara nasıl hissettiğini ve neler yaptığını söylemeli, yaptığın işe insanların da dahil olmasına izin vermelisin” diyen genç yazar Jessica Hagy’nin sözlerinin hepsini değil belki ama bir bölümünü dinlerdim. En azından insanlara nasıl hissettiğimi daha çok söylemek konusunda olanı.

Bir şey kelimelerle ifade edilene kadar gerçekleşmiş sayılmaz ya, o yüzden kelimelerin büyüsüne daha erken yaşlarda inanmaya başlardım. Evrene kelimelerle mesaj göndermenin sihrine inandığımdan değil, yüksek sesle söyleyebildiğin cümlelerin aslında kendine verdiğin sözler olduğuna emin olduğumdan.

*

Bir hayali reddetmenin onu daha bebekken öldürmek olduğunu farkında olmayı ister, katili olduğum yüzlerce hayalimin daha çok peşinden koşardım.

Orijinali Latince olan “Herkes kendi talihinin zanaatkarıdır” diye bir söz var ya… Kendi cephemden baktığımda bazen titiz, bazen aklı havada ama yarattığı talihinden pek de şikayetçi olmayan bir “zanaatkarım” ben.

Hiç düşündünüz mü, kendinizin halihazırda nasıl bir yazgıyı şekillendirmekte olduğunu?

Bitirirken diyeceğim şu:

Yukarıdaki düşüncelerime ondokuzuncu, yirminci ve yirmi birinci yüzyıldan ressamların, yazarların, düşünürlerin eşlik etmesini istedim. Nasıl bazı duyguların, düşüncelerin aslında her yüzyılın duyguları, düşünceleri olduğunu göstermek için.

Her cümlesiyle ufkumu açan Cemil Meriç’in söylediği gibi: Bir şey bildiğim iddiasında değilim, öğrendiklerimi paylaşmak istedim ben de.

***

--

--

Damla Tantekin

Books. Art. Ideas. Lawyer / Founder of dStrateji. Living in Paris.